Bu sözü işiterek az işkence görmedik. Hemen hemen her sorgu bu sözle başladı.
Sonraki yıllarda uzun uzun düşündüm bu sözü.
Önceleri o günün şartlarında sorgucuların uydurdukları bir alay şekli sandım.
Ama daha sonra bu işin hiç te öyle basit bir söz olmadığını anladım.
Yapılan o anda uydurulan bir alay değildi çünkü. Özellikle ve bilinçli olarak seçilmişti.
Önce bize, sonra bizden sonra gelecek neslin beynine bir şeyler kazınmak isteniyordu.
Vatanı geçmişte Anadolu’nun kel çocuklarının kurtardığını
Yarın da yine Anadolu’nun kel çocuklarının kurtaracağını biliyorlardı çünkü.
Bu nedenle, ülkücülerin bir daha hiçbir surette vatan için ortaya çıkmalarını istemiyorlardı.
Bir yandan acımasızca ezerken, diğer yandan da şuuraltı çalışmalarının sebebi buydu.
Aynı kefeye konmanın ülkücüleri can evinden vuracağını ve bu travmayı kolay kolay atlatamayacaklarını biliyorlardı. Haklıydılar çünkü canımızı en acıtacak şey buydu.
Beş bin şehitli bir idealizmden bir destan çıkarmıştık, ama ne yazık ki aynı destanı 11 yıllık taş medreseden çıkaramadık. Bu yazıda size becerebilirsem bunun nedenlerini anlatmaya çalışacağım.
Acaba bize de Sokrates’e dedikleri gibi fikirlerinizden vazgeçin serbest bırakalım deselerdi ne yapardık.
Kabul etmeliyiz ki derman yetmez bir savaşçıydık, ama aynı oranda bilgi ve birikime sahip bilinçli Türk milliyetçileri değildik ve bunun bedelini çok ağır ödedik.
Bu nedenle, askeri ceza evlerinde kabul etmeliyiz ki, onurlu ve şuurlu dişe diş başa baş bozkurtlar gibi değil, şaşkın ve çaresiz yelkenlerini indirmiş, uyumlu, hatta yer yer teslimiyetçi birer kedi gibi yattık.
Mesela ceza evindeki insani haklarımızın neredeyse tamamını kendi mücadelemizle değil, Avrupa’nın baskısı ve solun direnmesiyle kazandık.
Lafa gelince ihtilali Amerika’nın bizim çocuklar dediği çocukların üzerine, iş adam gibi direnmeye gelince devlete bağlılığın üzerine attık.
Uslu uslu tek tip elbiseler giydik. Denetlemeye gelenlere kan kusmamıza rağmen işkence falan yok, her şey yolunda, biz devletimizden memnunuz dedik. Onlar direndi aldı biz faydalandık.
Ben, ülkücü hareketin dışarda birçok kez denense de, asıl dönüştürülme yerinin cezaevi olduğuna inananlardanım.
Çünkü ülkücü hareketin sırtına en önemli hançer orada vuruldu.
Milliyetçiliğin en uçuk sorgusuna orada geçildi. Birçoğumuz orada dönüştürüldü. Birçoğumuz orada yıldırıldı. Birçoğumuz bütün ilke ve ülkülerinden ilk orada soyuldu.
Devlet, millet, din, diyanet, rejim düşüncelerimiz ilk orada değiştirildi.
Ülkücüleri ülkücülükten çıkaran zehir ilk orada akıtıldı kanımıza.
Ülküdaşlık ve milliyetçilik alnından ve kalbinden ilk orada vuruldu.
Milliyetsiz, İslamcı ve dinci ülkücülük orada tavan yaptı.
Hasılı ülkücülerin büyük bir bölümü cezaevinden, planlayanların planladığı gibi çıktı.
Yani, yılarak, yıkılarak, değişerek, dönüşerek savaşçılıklarını, liderliklerini ve önderliklerini kaybederek sıradan biri gibi
Tanıyorlardı çünkü ülkücü hareketi, duyguları ne kadar güçlü olursa olsun, fikirlerinin buna yetmeyeceğini biliyorlardı. Duyguları güçlü olsa da, bir siyasi mahkumu, ayakta tutacak fikir ve düşüncelerden yoksun olmanın, o gün biz farkında olmasak ta onlar farkındaydı çünkü.
Aynısı dışarı içinde geçerliydi. Milliyetçiliğin gerçek manada ne olup olmadığı bilinmeden yapılan milliyetçilik bir yere kadardı. Yani duygu milliyetçiliği imtihanı kaybetmiş
Geriye dört bir yandan kuşatılmış, direnmeye çalışan bir fikir milliyetçiliği kalmıştı.
Ülkücülerin koğuşlarında siyasal İslam, evlere şenlik bir dincilik, şeyhler, şıhlar, müridler, vekiller, halifeler cirit atıyordu. Ülkücüler, Türk milliyetçisi olarak düştüğü yerden, yine Türk milliyetçisi olarak kalkmaktan vazgeçmiş, uçuk kaçık dinciler gibi, hayali bir mehdinin gelip kendisini kurtarmasını bekliyordu.
Hiç unutmam, ceza evinde aramızdaki rahatsızlık ve gerginlik had safhaya ulaşınca, bir toplantı tertip edilmiş ve bütün başkanlar bu konuyu konuşmak için toplanmıştık. Herkes sırayla konuşuyordu.
Biri, ‘’Mehdi bu bayram gelmedi, ama gelecek bayram muhakkak gelecek’’ diyor.
Bir başkası ‘’Ne mehdisi kardeşim, nerden uyduruyorsunuz bunları?’’ diyordu.
Uzatmayayım sıra bir başkana geldi ‘’Arkadaşlar haber geldi kılıçlarımız bile hazır mehdi geldi.
Bu bayram Allah’ın izniyle çıkacağız. İslamiyet’i kabul etmiş üç otobüs dolusu İngiliz gelecek ve hareketi başlatacaklar’’ dedi.
O zamana kadar sessiz sessiz dinleyen bir başkan aniden ayağa fırladı ve çılgına dönmüş gibi
‘’Ne İngiliz’i arkadaş? İngilizler işin içinde varsa ben yokum’’ diye bağırdı. Gülmüştük.
İşin en acı yanı, mehdi gelecek ve mehdinin ordusunda yarımız olmayacaktık.
Yani, aynı davanın insanlarından yarımız mehdinin ordusunda asker, yarımız kılıçtan geçirilecek kafirdik. Mesele neresinden bakılırsa bakılsın, Türk milliyetçiliği açısından büyük bir fecaatti.
Yani ülkücüler, düştüğü yerden kendi küllerinden doğacakken, dipsiz bir kuyuya, kör bir karanlığa doğru hızla sürükleniyordu. Bir kısmı kısa yoldan cennet için tarikatçılığı, Bir kısmı bütün dünyayı ayaklarının altına seren cemaatçiliği keşfediyor. Tarih yazan ülkücüler akla ve fikre yeterli değeri vermemenin faturasını ağır ödüyordu.
Artık, ülkücü koğuşlarda Türk milliyetçiliğinin, Türk milletinin ebedi bekası olduğu değil, tağuti bir sapıklık olup olmadığını tartışılıyordu. Türkeş’in pabucu çoktan dama atılmış, milliyetçiliğin tahtına acer ve gizemli bir tarikatçılık gelip oturmuştu
Başkanlarımız, ağabeylerimiz önümüzde kaya gibi duracağına, boşuna tuz buz olup dağılmadılar.
Ne liderlik yaptılar, ne de ülkücü hareketi sürüklendiği uçurumdan çekip çıkardılar.
Hepsi kendi derdine düştü. Çünkü yedi düvele kafa tutacak duyguya ve cesarete sahiptiler, ama ülküdaşlarını sağ salim düze çıkaracak fikir ve duruşa sahip değillerdi.
Bu nedenle hata üstüne hata yaptılar. Hepsi önce kendisini kurtarma telaşına düştü.
Kimi para, kimi makam için sattı. Satmayanlarda dava ayaklarına sırtımızdan hiç inmedi.
Hep ayrıcalıklı sınıf oldular. Ama hiçbir işe yaramadılar.
Zaten büyük çoğunluğunun öyle dişe dokunur bir icraatı da yoktu.
Bakanlıklar, milletvekillikleri, iş adamlıkları, ‘A’ partisinden ‘B’ partisine uzandı gitti.
İçerde de, dışarda da, kendisini koruyacak güç ve kudretten, kendisini koruyacak fikir ve iradeden yoksun, yapa yalnız kaldık ortada.
Bizi içeri atıp kan kusturanlar, hayal kırıklığının dışardaki yansımalarının harekete neye mal olacağını da hesap etmişlerdi ve burası çok önemliydi.
Efsane ağabeyler bekleyip te, efsane hayal kırıklıklarıyla karşılaşmak az sarsmadı dışardaki gençleri.
Bu nedenle, o kadar çok kızıyorum ki onlara. Ağabeylik, başkanlık, liderlik önderlik bu değildi.
O şehitlere hiç yakışmadılar. O ağırlık ve adamlıklarını hiç taşımadılar. Resmen hareketin belini, direncini kırdılar. Ruhunu ilk onlar kirlettiler. Gardını ilk onlar düşürdüler. İlk onlar teslim oldular.
Keşke hiç çıkmasalardı, keşke hiç tanımasaydım diyenleri çok gördüm.
Ama meselenin sosyolojik ve psikolojik travmasını düşünen, neden ve niçin böyle olduğunu inceleyen, hesaba alan parti, sokak, akademisyen kimseyi görmedim. Acaba onların yerinde kendileri olsa ne yaparlardı? Mesele salt bir çapsızlık mı, bilinçsizlik mi, yoksa top yekun bir sorunun doğurduğu doğal bir sonuç muydu?
Veya şimdi ne yapıyoruz? Türk milliyetçiliğinin ne olduğunun dün farkına varmadık ta, bu gün varıyor muyuz? Varıyorsak senelerce ümmetçileri iktidardan iktidara taşıyan kim?
Yaşananlar kolay değildi. Hatta çok zordu. Ama kimse bunları sormadı.
Yanlış olan olanların dün bu gün çizgisinde tarafsız ve objektif bilimsel bir analizinin yapılmaması idi
Özgürlüğüne kavuşmuş efsaneleriyle ülkücü hareket, kısa sürede toparlanıp yeniden kendisine gelebilirdi, bunu biliyorlardı ve tedbirlerini almışlardı.
Fikriyatından kopmuş, devletin algı ve projelerine hazır bir hareketin, yeniden kolay kolay toparlanamayacağını biliyorlardı.
Yalnız aç ve sahipsiz insanlar, bir müddette olsa düzene tehlike olmaktan çıkmıştı.
Devletin güç ve kudretini görmüş, vatanı kurtarmanın işi olmadığını anlamıştı.
Onlar için artık, psikolojik ve sosyolojik yeni bir dönem başlıyordu.
Türk milliyetçiliğini yeterince bilmedikleri için, kafalarına kazınan gerçeği kabullenmişlerdi.
Vurguncu düzenle de, komünizmle de, faşizmle de, kapitalizmle de savaşları buraya kadardı.
Artık ne olursa olsun bu boş işleri bırakacak ve artık sadece kendileri için çalışacaklardı.
Bu, ülkücüler için altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken bir dönüm noktasıydı.
Dün, canları dahil vatan için, her türlü riske atılanlar, bu gün, 180 derece dönüşle kendileri için riske atılacakları yeni bir dünyaya adım atıyorlardı. Plan başarıya ulaşmıştı.
Ülkücülük nere, bu hal nere? Diye kimse sorgulama cesareti bulamadı.
Destan yaratan hareket bir anda, kimsenin tam tanımlayamadığı, üzerinde kimsenin fikir yürütmediği bir hale dönüştü.
Yakın tarihte bu kadar çile çeken, bir başka nesil yoktur sanırım.
İçlerinden çok azı kendisini kurtara bildi. Kimse onlar için bir şey yapmadı. Kendi partileri bile.
Ne zaman ve nerde mevzu olursa olsun, ilk duydukları şey hep ‘’bizim için mi yattınız’’ oldu.
Türk milliyetçiliği ve ülkücülük darbe üstüne darbe alıyordu.
Belki bu darbe ülkücüleri ihtilalden daha çok vuracak, ayakta kalan diğer erdemlerini de kısa sürede eritip yok edecekti. Elinde kalan tek şey, geride bıraktığı beş bin şehidiyle unutulmaz bir maziydi.
Geçmişle geleceğin sık sık karışmasının, yeri gelince geçmiş, yeri gelince bu güne sığınmanın,
Kabak tadı verse de, ‘taş medreselilerin’ hazin hikayeleri, öyle kolay kolay geçiştirilecek bir şey değildi. Çünkü orada, satır aralarında sadece onlar değil, aynı zamanda koskoca bir dava yatıyordu.
Ne yaparlarsa yapsınlar yanlışta yapsalar, yaralarını kendileri saran bu fedakar nesli kimse unutmasın.
Çünkü onlar gibi, her şeyini, ama her şeyini çekinmeden veren, onlar kadar fedakar, onlar kadar samimi, onlar kadar çile çeken, onlar kadar üzerlerinde oyun oynanan bir nesil daha gelmedi.
İki gözünüz görmeden iç çamaşırlarınızı bile arkadaşınız yıkayarak 11 yıl bilfiil içerde yattığınızı bir düşünün sene.
Parti dediğiniz, meclis dediğiniz boş beleş adam dolu. Topunuz toplansanız onun bir tek gözü etmezsiniz.
Kimi babasıyla kimi kardeşiyle yattı. Kimisinin babası, kimisinin annesi yollarda öldü.
Kimi terkedildi ailesi dağıldı, çoluğu çocuğu ortada kaldı. Kimi delirdi kafayı yedi. Kimi sakat kaldı. Kimi idam edildi.
Hikayelerini çektiklerini dinleseniz laf söylemeye utanır, alınlarından öpersiniz.
Çünkü onların beli, sadece kendilerinin değil, koskoca bir davanın, koskoca bir milletin yükünü çekmekten büküldü.
HASAN GÖMLEKSİZ
13 Eylül 2019